Tüketicinin Korunması Atmosferinde “GIDA GÜVENLİĞİ RAPORU

GİRİŞ

Dünyada ve ülkemizde tüketim faaliyetlerinin, üretim ilişkilerinin bir sonucu olması ile genel ekonomik faaliyetlerin sonuçları itibariyle üretim/tüketim ilişkisini belirlemesi açısından oldukça önemlidir. Genel olarak ekonomik faaliyetlerin sonuçlarına bakmadan, üretim tüketim ilişkisi sürecini ve yaşanan tüketici sorunlarını değerlendirmenin yeterli olmayacağı da açıktır. 

2021 Yılı Hak Arama Sürecinde gıda güvenliği alanında yaşanan Sorunlara baktığımızda, geçmiş yıllarda olduğu gibi, 2021 yılında da Covid19 pandemisinin de etkisiyle ülkemizde hak ihlallerinin boyut kazanarak tüketicinin sağlık ve güvenliğini tehdit etmesi hak arama mücadelesinde daha etkili ve yoğun emek harcamayı zorunlu ve gerekli kılmaktadır.

Bileşeni olan tüketici örgütlerinin 25 yılı bulan uzun soluklu mücadele deneyimleri ışığında çalışmalar yürüten ve Consumer International üyesi olarak Dünyada ülkemizi temsil eden Tüketici Örgütleri Konfederasyonunun (TÖK) hak arama mücadelesinin öncü gücü olarak. Ülkemizin ilk tüketici çatı örgütü olmuş. Tüketici haklarının geliştirilmesinde, Yasaya ve hukuka karşı uygulamaların ortadan kaldırılmasında, Tüketici yurttaşların mağduriyetlerinin önlenmesinde, Tüketici bilincinin gelişmesinde, Toplumsal hak arama kültürünün oluşumu ve gelişiminde üstlendiği görev ve sorumluluklarının bilincindedir.

Kamu otoritesinin, Anayasanın 172. Maddesi, Evrensel Tüketici Hakları ile Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanunun amaç 1. maddesinde belirtilen gönüllü tüketici örgütlenmelerinin desteklenmesine yönelik sorumluluklarını ve görevlerini bu güne kadar yeterince yerine getirmemesi tüketici hareketinin gelişim sürecine olumsuz etkiler yaratmıştır.                        

COVİD 19 Pandemisinin yarattığı ağır koşulların yanında haksız zamların ve fahiş fiyat artışlarının olumsuz etkileri yanında yaşanmakta olan haksız, yasa hukuk tanımaz uygulamalara, mal ve hizmet piyasalarında tüketicilere yönelik olumsuzluk yaratan girişimlere karşı olduğu gibi gıda sektörünün haksız uygulamalarına karşı hak ve hukuk mücadelesi verilmeye devam edilmektedir!…

İlk kez yürürlüğe girdiği Eylül/1995 yılından günümüze kadar geçen süreçte Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanunun işleyişinde ve tüketicilerin yaşadıkları uyuşmazlıklardan kaynaklı sorunlara ilişkin geçen 26 yılı aşkın süreçte geldiğimiz noktaya baktığımızda gelişmelerin olması gereken noktada olmadığı açıktır.

Ülkemizde son 20 yıllık sürecin tarihi rekorunu kıran Tüketici Fiyat Endeksinin (TÜFE), TÜİK tarafından 2021 yılı için yüzde 36,10, aylık ise (Aralık/2021) yüzde 13,58 olarak açıklanması yanında Üretici Fiyat Endeksinin (ÜFE) yüzde 79,89 olarak açıklanmış olması, ÜFE, TÜFE makasının yüzde 43,80 gibi büyük bir orana çıkması 2022 yılında yüksek enflasyonun yaratacağı hayat pahalılığının artarak devam etmesi anlamına gelmektedir.

2021 enflasyonuna baktığımızda; Gıda ve Alkolsüz içecekler 43,80 %  – Lokanta ve Otel, 40,85 %   –  Konut, 28,57 % – Eğlence ve Kültür, 25,46 %  – Sağlık, 20,52 %  artış gösterdiği görülmektedir.

Özellikle de 2021 yılının son çeyreğinde başta gıda maddelerindeki fahiş fiyat artışları tüketicin yaşamını çok önemli ölçüde olumsuz etkilemiştir. Gıda enflasyonunun bazı temel tüketim mallarında  ayrıntılarına baktığımızda tablonun daha kaygı verici olduğunu görebiliyoruz.

Tüketicinin temel ihtiyaçlarına bir yıldan daha az bir zamanda, başta benzin, doğalgaz, elektrik ve diğer akaryakıt ürünleri olmak üzere yüksek oranlardave çok sık ZAM yapan kamu kuruluşları bu zamların öncelikle gıda maddlerinda fahiş zamların yansımasına neden olmuşlardır.Çok kazanandan çok, az kazanandan az gibi adil vergi toplamak yerine, dolaylı vergiler ve tüketim maddelerine yapılan yüksek oranlı zamlarla yükü tüketici yurttaşa yükleyen kamu otoritesinin uygulamalarıyla,Gıda güvenliği açısından gıda katkı maddeleri, tağşiş, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) gibi  yaşanan sorunlar haksız, yasa hukuk tanımaz uygulamalar devam etmektedir. 2021 yılında da önceki yıllarda olduğu gibi Gıda sektöründe, tüketici yurttaşların mağduriyetine yol açan uygulamaların yoğun biçimde ön plana çıktığını görebiliyoruz.

2021 yılında gıdada yaşanan sağlık ve güvenliğimizi tehdit eden haksız uygulamalara baktığımızda;

*Pestisitlerden kaynaklı sorunlar.

*Gıda katkı maddelerinden ve Tağşiş ’den kaynaklı sorunlar.

*Kümes hayvanları ile besicilikte kullanılan antibiyotik ve türevlerinin yarattığı sorunlar.

*Son kullanma tarihi geçmiş gıda maddelerinin yeniden etiketlenerek piyasaya sürülmesi,

*Kamu otoritesi tarafından tüketici yaşamını tehdit eden, yem amaçlı GDO lar ile GDO lu yemlerin ülkemize girişine izin verilmesi sonucu kümes ve büyükbaş hayvan yetiştiriciliğinde kullanılmasının yarattığı sorunlar.   

*Kanserin en önemli besin kaynaklarından biri olan ithal mısırdan Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) üretimi,

*Etiket, fiyat listesi ve tarifelerin yaygın olarak bulundurulmaması,

*Özellikle 2021 yılı son çeyreğinde başlayan keyfi olarak yapılan fahiş oranlardaki zamların tüketicinin yaşamına olumsuz etkileri,

*Yaşamı tehdit eden, sağlıksız gıda üretilmesi,  bu konuda gerekli ve yeterince denetimler yapılmaması,

Gibi önemli sorunları tespit edebiliyoruz.

                                                                                                                                         Fuat Engin/Genel Başkan

GIDA GÜVENLİĞİ

Gıda Katkı Maddeleri.

Özellikle hazır gıdaların işlenmesi/üretilmesi sürecinde belirli bir işlevi yerine getirmesi için, bilinçli olarak katılan katkı maddeleri renklendirici, koruyucu, mineral tuz, kıvam artıcı, homojenleştirici, parlatıcı, tatlandırıcı, inceltici, aroma ve tat verici amaçlı olarak kullanılmaktadır.

Gıda katkı maddeleri, bazı iddialara göre gıda ürününün kalitesinin artmasına neden olabilir mi?

Tabi ki hayır!                                                    

Sitrik asit (E 330), mono sodyum glutamat (MSG-E621), mono potasyum glutamat (E622), sodyum benzoat (E211), Carmine, E120, laktik asit (E270), nitrat+sodyum türevleri ve sayabileceğimiz birçok diğer katkı maddeleri, hiçbir besleyici değeri olmayan ve gıda maddelerine tat vermek, raf ömrünü uzatmak ve işlevsel kılmak için kullanılmaktadır.

MSG – Mono Sodyum Glutamat. Yiyeceklere konunca tadı beyin tarafından güzel algılanan sağlıyan bir katkı maddesidir. Bu Katkı maddesinin başta cips ve hazır çorbalar olmak üzere birçok hazır gıda da kullanıldığı bilinmektedir. MSG içeren işlenmiş ürünlerin sürekli kullanımının merkezi sinir sistemi tahribati ve buna bağlı olarak Alzheimer, Parkinson, Huntington hastalıkları, Sara (epilepsi), Retinal dejenerasyon (göz retina tabakası hasarı), Yağ birikimi, doyma mekanizmasında bozukluk, obezite, Büyüme hormonu baskılanması, Pankreas hasarı, İnsülin de artış ve buna bağlı olarak diyabet, Böbrek ve karaciğerde hasar verdiğine dair görüşler de oldukça yaygındır.

Gıda kaynaklı tehlikeler, artık gıdaları üretenler tarafından da kabul edilmektedir. “Çok kullanmazsan zarar görmezsin” yaklaşımı tehlikenin itirafı olup, sadece aldatmacadan ibarettir.

Örnek verdiğimiz ya da diğer katkı maddeleri üretim sürecinde ister binde 1, ister yüzde 1 oranında kullanılsın, kısa, orta ya da uzun vadede tüketilmesinin, tüketenin yaşamına hiçbir yarar sağlamayacağı gibi zararlarının da yaşanan süreçte ortaya çıkacağı gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu gün kötü ve yanlış beslenmenin Kanser türlerinin ortaya çıkmasında önemli etkenlerden biri olduğu, sigara da olduğu gibi, katkı maddelerinin de, başta kanser olmak üzere ortaya çıkan birçok hastalığın en önemli nedenleri arasında olduğu bilim insanlarınca yapılan araştırmalarda saptanmıştır.   Karmin hayvansal kaynaklı bir boya maddesidir. Aztek’lerden bu yana kullanıldığı bilinir. Meksika ve Peru da yetişen bir tür kaktüsün yapraklarında yaşayan Coccus cacti adlı parazit böceğin dişisinin (Scharlach-Schildlaus) kurutulup, öğütülmesiyle elde edilir. Böcekten elde edilen bu renk maddesi özellikle meyve ve sebze üretilen gıda ürünlerinin renklerini etkin kılmak için kullanılmaktadır.    Konserve, domates suyu, sucuk, sosis, sütlü gıdalar, kola, sakız, şekerleme, bisküvi, kek, gofret ve soslar, içecekler, dondurma ve hafif tatlı çeşitleri, kozmetik ve tekstil ürünlerinde kullanılmaktadır.  Renklendirici olarak kullanılan Karmin ’in şimdilik bilinen tek zararının alerjik reaksiyonlara yol açması olduğu bildiriliyor.

Tağşiş eklemek, karıştırmak, katmak, gıda sektöründe yasal olmayan katkılar, gıda teknolojisinde saflığı bozan maddeler gibi sözlük anlamlarıyla ifade edilmektedir.

Tağşiş satışa sunulan bir maddenin, bir başka madde ilave edilmesi, düşük kalite hammadde katılması veya üründe pahalı bir hammaddenin kullanılmaması ya da az kullanılmasına yönelik yapılan işlemlerdir. Tağşiş ekonomik çıkar elde etmek için yapılan tüketici tarafından anlaşılması güç olan bir dolandırıcılık türüdür. Günümüzde özellikle de gıda maddelerinin üretiminde kullanılan en yaygın aldatma yöntemi olarak karşımıza çıkarak sağlık ve güvenliğimizi tehdit etmektedir.

Ancak yapılan denetimlerin yeterli olduğundan yada tağşiş yaptığı tespit edilen firmalara yönelik uygulanan politikaların etkili olduğunu söylemek pek de mümkün değildir.

Diğer yandan başta pankreas olmak üzere kanser türlerine, kalp, damar, böbrek hastalıkları, Obezite, diyabet, karaciğer yetmezliğine ve birçok hastalığa neden olduğu bilim insanlarınca belirlenen mısırdan üretilen nişasta bazlı şekerin birçok AB ülkesinde yasaklanmasına karşın ülkemizde giderek artan oranda kullanılması ve buna izin verilmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Avrupa Birliğinin 20 ülkesine 2011 yılında da tahsis edilen Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) üretim kota ortalaması yüzde 6,5 oranı ile Türkiye uygulamasının çok altındadır. Şeker yasasıyla, ülkemizde toplam şeker üretiminin yüzde 10’u Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) üretimine ayrılmış, Bakanlar Kurulu verilen yüzde 50 olan arttırma ve eksiltme yetkisini her yıl kotayı artırma yönünde kullanmış ve bugün ülkemizde Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) üretim kotası yüzde 15 olarak uygulanması devam etmektedir.

Tüketicinin sağlık ve güvenliğini tehdit eden, ekonomik çıkarlarına zarar veren, bilgilenme hakkını yok sayan, çevresel tehlikeler yaratarak, yaşamı tehdit eden, sağlıksız gıda üreten, satan firmaların haksız ve hukuksuz tüm uygulamaları artarak devam ederken, bazı girişimlerin başlatılmasına karşın, gerekli denetimleri yeterince yapmayan kamu otoritesinin bu tavrı devam etmektedir.

Bilim insanlarının yaptığı çalışmalar sonucunda hastalıkların önlenmesinde gıdalarla ilgili olarak;

*Tuz Tüketimini azaltılması

*Trans yağ asitlerinin uzaklaştırılması

*Doymuş yağ tüketiminin azaltılması ve

*Şeker tüketiminin sınırlandırılması önerilmesine karşın konuyla ilgili önlem alınmasına yönelik ciddi girişimler bulunmamaktadır.         

İşlenmiş gıdalarla ilgili sağlık risklerine baktığımızda,  İsveçli bilim insanları tarafından yapılan bir araştırmada, her gün en az bir öğünde işlenmiş et yiyenlerin yemeyenlere göre pankreas kanseri olma riski yüzde 19 daha fazla olduğu açıklanmış,  British Journal of Cancer isimli bilim dergisinde yayınlanan makalede ise bir sosiste ortalama 50 gram işlenmiş et bulunduğunu, bunun iki katının tüketilmesi durumunda kanser riskinin yüzde 38 oranına kadar yükseldiği belirtilmiştir. 

Daha önce yapılan araştırmalarda da düzenli olarak işlenmiş et tüketiminin bağırsak kanseri ile bağlantısı da bulunduğu açıklanmış,  Stockholm Karolinska Enstitüsü’nde yapılan araştırma kapsamında 6 bin kişinin yeme alışkanlıkları incelenerek, genellikle son safhada tanı konulabilen “pankreas kanserine” yakalanan hastaların yüzde 80’inin bir yıl içerisinde hayatını kaybettiği ifade edilmiştir.

TAVUK YETİŞTİRİCİLİĞİ ve SAĞLIK;                                                                                                                        Tavuk yetiştiriciliğinde kullanılan Antibiyotikler Türkiye’de ve Dünyada nabzı hiç düşmeyen tartışma konusudur. Tavuğun diğer et türlerine göre daha ulaşılabilir olmasını, daha kolay ve kısa sürede yetiştirilmesini iyi bir şeymiş gibi savunan sektör hayvan sağlığı ve refahı açısından bir çok gerçeği göz ardı ettiği gibi, bu etleri tüketen insanlar da ortaya çıkan/çıkacak sağlık sorunlarını da görmezden gelmektedirler.

Tavuk üreticilerinin etlik piliç olarak yetiştirdiği Broiler tavuk”,  Antibiyotik tartışmasının sürdüğü tavuk yetiştiriciliğinde en yaygın tür olarak karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda ortaya çıkan en önemli sorunlardan biri de tavukların yetişme ortamıdır.

Üreticilerin, tavukları doğal ışık görmeden yapay ışıklandırılan alanlarda yetiştirmeleri tavukların bir arada bulunduğu kapalı alanın fazla küçük olması nedeniyle, tavukların hareketlerinin kısıtlanarak kemik gelişimlerini baskılamak ve daha az hareketle daha etli olmalarını sağlamaları hayvan refahı ve sağlığı açısından bir başka sorundur.

Tavukların, yetişme ortamıyla birlikte en önemli konulardan biri de antibiyotiklerdir. Her canlıda olduğu gibi tavuğun bağırsaklarında da sindirimi sağlayan “mikrobiotalar” yani bakteriler bulunur. Bu bakteriler, vücutta sindirimin düzenli olarak gerçekleşmesini sağlarken aynı zamanda enerji de harcarlar. Yani tavukların yedikleri yemlerin bir kısmı, bağırsaklardaki bakteriler tarafından enerji olarak kullanılır. Üreticiler bağırsaklardaki bakterileri antibiyotiklerle öldürerek yemden gelen enerjinin vücutta kalmasını sağlamak adına hareket etmektedirler. .                      Tavuk üreticileri çoğu zaman antibiyotik iddialarını reddederken, tavuğun sağlığını korumak amacıyla tavuğa antibiyotik verildiğini de ifade ederler. belirtirler. Tedavi amaçlı antibiyotik için herhangi bir doz limiti bulunmamaktadır. Tedavi amaçlı kullanımlarda önemli olan uluslararası düzeyde antibiyotiğin en fazla ne kadarının kalıntı olacağı ve tavuğun antibiyotikten ne kadar sürede arınacağıdır. Antibiyotiğin hayvanlarda ağırlıklı olarak daha hızlı büyüme ve etlenme amacıyla kullanılması belirttiğimiz nedenlerle yetişme süresi birkaç haftaya indirilmesi amaçlandığı için antibiyotikten arınması söz konusu olamamaktadır.

John Hopkins ve Arizona üniversitelerinde tavukların tüylerinden örnek alınarak yapılan iki ayrı araştırmada ise şaşırtıcı sonuçlar ortaya çıkmıştır.                           Yapılan araştırmaların sonucunda tavukların tüylerinde antibiyotiğin yanı sıra kafein, arsenik, antihistaminik ve antidepresan bulunmuş. Çin’den gelen tavukların tüylerinde ise Prozac’a rastlanmıştır. Bu durumun sakıncası kesilen tavukların tüylerinin yeme dönüştürülmesidir.                    Dünya Sağlık Örgütü, (WHO) Genel Direktörlüğü Dünya genelinde bilinçsizce kullanımdan dolayı “modern ilaç” olarak tabir edilen antibiyotiklerin bilinçsiz kullanılmasının sonunda sık görülen hastalıklara yol açan mikropları bile mutasyona uğratarak bu ilaca karşı dirençli hale getirdiğine dikkat çekerek Avrupa genelinde antibiyotiğe dirençli mikroplarda yüzde 50 oranında artış olduğunu belirtti. Ayrıca, antibiyotiklerin hayvan yetiştiriciliğinde kullanılmasına da kısıtlamalar getirilmesini öneriyorlar

Başta Amerika olmak üzere Dünyada yapılan tavuk ve antibiyotik tartışması Türkiye’de de mevcuttur. Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, iddiasına göre de tavuk yetiştiriciliğinde 42 gün, tavuğun gelişimini tamamlayıp 2-2,5 kg’a ulaşması yani kesime hazır hale gelmesi için yeterli. Tavuğun gelişim sürecinde ise hormon kullanılmadığı, antibiyotiğin ise tedavi amacıyla kullanıldığı antibiyotik kullanımının AB mevzuatına uygun olduğu, antibiyotiklerin de katkı maddesi olarak yemlere katılmayıp sadece tedavi ve hastalık durumunda sağlıklı hayvanları koruma amacıyla uygulandığı da belirtilmektedir.   Ülkemizde de kümes hayvanları yetiştiriciliğinde Antibiyotik kullanımının yaygın olduğu gibi, yem amaçlı olarak ithal edilen GDO lu mısır ve soyanın küspesinden ve mısır silajından yapılan yemlerle yapılan hayvan yetiştiriciliğinin yaygın olduğu bilinmektedir.                                                                                                               Aslında sorun sadece antibiyotik kullanımında değil, GDO’lu yemden, üretim tesislerinde hayvanların barınma şartlarına kadar pek çok sürecin işlediğini biliyoruz..  Hayvanlar rahat ve özgür bir ortamda barınmalı, antibiyotik ve katkı maddeleri hayvanların gelişimi için kullanılmamalı, kimyasal ilaç ve gübre kullanımı terk edilmelidir.

Hayvan dışkılarının geri dönüşümü sağlanmalı, zararlı dışkılar çevreye ve doğal kaynaklara zarar vermeden yok edilmelidir. Tavuk üretiminde farklı yerel ırklar kullanılmalı ve bu dönüşüm içinde hızla iyileştirme planları yapılmalıdır.

PESTİSİTLER                    

Pestisit, endüstriyel tarımda mantar, böcek, yabani ot vb. gibi bir tarımsal arazide yetiştirilen ürün dışında kalan çeşitli etkenlere karşı kullanılan zehirli kimyasalların genel adıdır.  Açlığı ortadan kaldırmak ve tüm dünya nüfusuna yetecek miktarda ürün yetiştirebilmek için tarımsal üretimde pestisit kullanılmasının bir gereklilik olduğu söylense de mevcut durum bu söylemin doğru olmadığını göstermektedir. Pestisit kullanımı açlığa çare olmadığı gibi dünya genelinde insan sağlığı için önemli bir tehdide, biyolojik çeşitlilik kaybına ve yaygın bir çevre kirliliğine yol açtı ve açmaya devam etmektedir.         

Pestisitler toprakta, suda ve gıdalarda kalıntı bırakırken tarım işçileri ve çiftçiler pestisit kullanımından doğrudan etkilenmektedirler. Yapılan son çalışmalar da pestisitlere maruz kalmanın akut ve kronik sağlık sorunlarına neden olduğunu göstermektedir. Pestisitlerin insanların sinir ve hormonal sistemine de zarar verdiği bilinmekte birlikte, yapılan araştırmalar pestisit kullanımı ile sarkomlar (bir tümör grubu), multipl miyelomlar, prostat, pankreas, akciğer gibi kanser türleri, beyin tümörleri, bilişsel ve psikomotorik fonksiyonlarda bozulmalar ve depresyon arasında bağlantı olduğunu gösterdiği ortaya çıkmıştır. Çocuklarda öğrenme ve dikkat eksikliği, duyusal eksiklikler veya gecikmiş gelişim gibi olumsuz etkiler de saptanmıştır.

Glifosat, endüstriyel tarımda en çok kullanılan tarım zehiri (pestisit) etken maddelerinden biri. Yabancı otlara karşı kullanılan glifosat için Uluslararası Kanser Araştırmaları Kurumu 2015 yılında “muhtemel kanserojen” uyarısında bulundu. Ayrıca Uluslararası Pestisit Eylem Ağı (PAN International), glifosatın hormonal sistem bozucu olduğuna dikkat çekerek, Soluma, ağız yoluyla alındığında veya deriye nüfuz ettiğinde hormonal sistemin işleyişinde bozulmalar meydana getiren maddeler için “hormonal sistem bozucu” tanımı kullanılmaktadır. Glifosat kullanımı, toprağın daha sağlıklı ve verimli olmasını sağlayan doğal süreçlere zarar vererek topraktaki canlılığı yok etmektedir.

DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) ya da GHS (The Globally Harmonized System of Classification and Labelling of Chemicals) gibi uluslararası kabul görmüş sınıflandırma sistemlerine veya uluslararası sözleşmelere göre sağlık veya çevre için özellikle yüksek seviyelerde akut ya da kronik tehlike arz eden pestisitler için “yüksek seviyede tehlikeli pestisitler” tanımı kullanılmaktadır.

Sağlıklı bir toprak, sağlıklı bir toplum ve ekosistem için alternatif yöntem ve tekniklerin kullanılması bu tip yöntem ve teknikleri kullanan üreticilerin desteklenmesi, glifosat ve diğer yüksek seviyede zararlı pestisitlerin acilen yasaklanması gerekmektedir.

Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı, Kasım 2019’da başlattığı imza kampanyası ile aralarında glifosatın da bulunduğu, Türkiye’de kullanılan ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından  “son derece tehlikeli”, “yüksek seviyede tehlikeli” ve “muhtemel kanserojen” olarak belirlenen 13 tarım zehrinin yasaklanmasını talep etti. Kampanyanın kısa zamanda kamuoyu ve karar vericilerin gündemine oturmasının ardından Tarım ve Orman Bakanlığı, aralarında kampanyada geçen 4 tarım zehirinin de bulunduğu 16 pestisit etken maddesi için yasaklama kararı aldı.

Ama yasaklananlar arasında ne yazık ki glifosat bulunmuyor. Örneğin, topraktaki organik maddeyi parçalayarak etrafa yayan, açtıkları boşluklar sayesinde bitki köklerinin toprağa nüfuz etmesini kolaylaştıran ve toprağın bereketini artıran solucanların üremesini engelleyerek azalmasına neden olmaktadır.

Aynı şekilde topraktaki mikroorganizmalar, bitkilerin kendi savunma mekanizmaları ve tozlaştırıcılar (arılar vb) glifosat nedeniyle zarar gördükleri için, bitkiler ve toprak kısa sürede canlılığını yitirmektedir. Milyonlarca yıldır, dünyayı kanatlarıyla ayakta tutan arılar, tohumları taşıyarak, besin kaynaklarının üremesini sağlamak. Yani, içgüdüsel olarak bitkileri dölleme yoluyla meyve ve sebzenin oluşmasını sağlayan arılar sayesinde yaşam devam etmektedir. Ancak, arıların son yıllarda kitleler halinde ölümlerinin nedeni ise, tarım ilaçlarının zehirleyici etkileridir. Günümüzde ekilen tohumu, böceklerden ve ürüne zarar verecek otlardan korumak için, ilacın yanında yoğun bir şekilde kullanılan gübre de toprağı özünden uzaklaştırmaktadır. Çünkü, bir süre sonra da sadece böcekler değil, yabancı otlar bile ayakta kalabilmek için bu ilaçlara karşı direnç geliştirmektedirler.

Onlar direnç geliştirdikçe, toprağa atılan ilaç miktarı da bir o kadar artıyor, buna bağlı olarak risk her geçen gün artmakta olup, tohumu korumak adına kullanılan zehir, yaşamı yok etmektedir.

Türkiye, AB verilerine göre tarım ürünleri ihracatında uyarı alan ülkeler arasında Çin‘den sonra ikinci sırada yer almaktadır. Geri dönen ürünlerin pestisit kalıntı düzeyine baktığımızda, ülkemizde izin verilen limitlerin altında olmasına karşın, ürünlerin sınırdan geri çevrilmesinin nedeni, AB‘de kullanım izni olmayan (yasaklanmış) ilaçların kullanılmasıdır.                                                                                                       

İthal edilen yaş meyve ve sebzede pestisit kalıntısı ile ilgili çalışmalarda, analiz edilen ürünler, içerdikleri pestisit miktarına göre güvenilir, tavsiye edilmez ve tüketilmelerinin ciddi sağlık riskleri oluşturabileceği ürünler olarak sınıflamaya tabi tutulmuş. Ülkemizden gönderilen kayısı, incir, nar, kiraz, patlıcan, biber ve domatesler tavsiye edilmezler grubunda yer alırken armut, greyfurt, sofralık üzüm, dolmalık biber ve dolmalık kabak ise tüketiminin ciddi sağlık riskleri oluşturabileceği ürünler içinde sayılmıştır.                                                                                                                                                 

Zehirsiz tarım mümkün!

Kimyasal girdilere dayalı endüstriyel tarımın tüketici sağlığını tehdit ettiği ve kimyasallardan arınmış sebze ve meyveleri en az Avrupalılar kadar ülkemiz vatandaşlarının da hak etmesi ile çiftçilerin tohum ve kimya şirketlerinin insafına terk edilmemesi olgusudur.

Dünyada ve Türkiye’de pestisit vb sentetik kimyasallar kullanmaksızın, doğa dostu ve zehirsiz yöntemler kullanarak tarımsal üretim yapan pek çok çiftçi bulunmaktadır.

Üstelik araştırmalar, pestisit savunucularının aksine, dünya nüfusunu doyurabilmek için pestisitlere ihtiyacımız olmadığını göstermekte. Türkiye’de yapılan bir araştırmada, Türkiye nüfusunun ekolojik üretimle beslenebileceğini sayısal rakamlarla ortaya koymaktadır. Söz konusu çalışmada, günlük 2300-2400 kcal enerji içeren dengeli menülerle Türkiye nüfusunu besleyebilmek için ekilebilir alanların yüzde 54’ünün (kişi başı 1,78 dönüm) organik tarım şartları altında ekilmesinin yeterli olduğunu göstermektedir.

GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ORGANİZMALAR. (GDO)                                                                                                          “Kendi türünden ya da bir başka canlıdan gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilen  bitki, hayvan ya da mikro organizmalar “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar. Olarak tanımladığımız ve biyoteknoloji şirketleri tarafından 1990 lı yıllardan başlayarak gıda maddesi ve yem olarak tüketiciler olarak yaşamımıza sokulan GDO ların ülkemizde 1998 yılından bu yana yem amaçlı ve işlenmiş ürün olarak ithalatı yapılmaktadır. Avrupa Komisyonunun bir raporuna göre dün 30 çeşit üretilen GDO lu ürün sayısının günümüzde  120 çeşide yükseldiği uzmanlarca belirtilmektedir.

Ticari üretimde GD bitkiler global düzeyde 1,5 milyar hektar ekilebilir arazinin yaklaşık % 12’sinde yetiştirilmektedir. Bu bitkiler 2016 yılında özellikleri açısından;% 47 HT(herbisit toleranslı), % 12 Bt (insekt toleranslı) ve % 41 yığın özellikli ve tür açısından; soya fasulyesi (% 50), mısır (% 22),
pamuk (% 12), kanola (% 5) ve diğer türler (% 11) şeklinde sınıflandırılmıştır.

İlk GDO’lu ürün olan tütünü, 1988’de Çin üretti                                                                         Tohumların geniyle ilk kez 1970’lerden itibaren oynanmaya başlanmış olup, 1990’larda bu tür çalışmalara hız verilerek bazı ürünler tüketime sunuldu.  Çinliler ise 1988 yılında sıfırın altında ayakta kalabilen bakterilerin genlerini tütüne aktararak, genetiğiyle oynanmış ilk tarımsal ürünü ürettiler.  Çin’i, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) izledi. Amerika’da, 1994’te balık geni aktarılarak dayanıklılığı arttırılan ilk GDO’lu domates piyasaya sürüldü.
 Ancak fareler üzerinde yapılan deneylerde, bu domatesin midelerinde gastrit ve ülsere neden olduğu belirlenince, ürün raflardan çekildi.                                                                                                  1996’da, 6 ülkede 1,7 milyon hektarlık bir alanda GDO’lu ürün ekimi başladı. Geçen süre içerisinde 25 ülkede 125 milyon hektar alana GDO’lu tohum ekimi yükselmiştir.
  GDO’lu ürünler Türkiye’de ise ilk olarak 1998’de gündeme geldi. Türkiye o dönemde soya ve mısır ithalatını, bu ürünleri GDO’lu tohumla yetiştiren Kanada, Meksika ve Arjantin‘den yapıyordu. Türkiye’de GDO’lu üretim yasak ama ithalatı serbest. son dönemde Biyogüvenlik Kurulu kararlarıyla ithal edilerek kullanımına izin verilen GDO’lu ürün sayısının 39’a ulaştığı ve bu ürünlerin 36 adedinin (13 soya, 23 mısır) yem sanayinde kullanıldığı, gıda amaçlı olmayan ama, ama hayvan yemi olarak kullanılması şartı ile izin alınan bu ürünlerin etkileri konusunda kamuoyuna yeterli bilgi verildiği söylenemez.    GDO’lu ürünler yönetmeliğine göre; bu ürünleri getirenlerin, tüketime sunana kadar geçen tüm aşamaları kayıt altına almaları gerekiyor. Ayrıca, ürün ile ilgili tüm bilgi ve belgeler 20 yıl saklanmak zorunda. Bu koşullara uyulup uyulmadığı bakanlık tarafından görevlendirilen birimler tarafından izleniyor. Ancak şikayet olması durumunda işlem yapılabilmektedir. 

İthal olarak getirilen ve hayvanlarda yem amaçlı kullanılan GDO’lu ürünleri direkt olarak tüketmesek de, bu tohumlardan beslenen hayvanların etini, sütünü, peynirini ve yağını tüketiyoruz. Hatta o hayvanların gübreleri tarımda kullanılarak bir şekilde toprağa karışmaktadır.                   Uzmanlar, GDO’lu tohumun ekildiği toprağın yakınındaki bir tarlayı da, rüzgar ve uçan böcek türü taşıyıcılarla etkilediğini belirtiyor. Bu tohumlar da, rüzgar taşımasıyla 30 km, arılarla ve böceklerle de 5 km’ye kadar uzaktaki toprağı etkileme özelliğine sahip olduğunu ifade etmektedirler.                        Ayrıca getirilen GDO’lu ürünlerden elde edilen diğer ürünler de özellikle hazır gıdalarda çokça kullanılmaktadır. Geldiğimiz noktada 1000 i aşkın üründe GDO lu malzeme kullanıldığını söyleyen uzmanlar en fazla meşrubatlar, şekerlemeler, hazır pasta, kek ve bisküvi türü yiyeceklerde bu malzemelerin kullanıldığını belirtiyorlar.                                                                                            Dünyada GDO’ lar büyümesini 2021 yılında da devam ettirmiş ve 12 milyon Ha ekim alanı artarak bir önceki döneme göre %8 lik bir büyüme ile 2010 yılında 148 milyon Ha olan ekim alanı, 2011 yılında 160 milyon Ha alana ulaşmıştır. Bill ve Melinda Gates vakfının kuraklığa dayanıklı mısır çeşidinin Afrika da kullanılması yönündeki kamu özel sektör ortaklığı gibi girişimleri söz konusudur. 

Biyoteknoloji şirketleri insanlığı yanıltıyor.                                                                                                                  Bilim insanlarının yaptığı araştırmalarda, GDO’lu ürünlerinin gıda olarak kullanımında insan ve hayvanda toksik (zehir), allerjik etkiler yapması, antibiyotiklere karşı direnç oluşturması, doğrudan alım durumunda ise insan ve hayvan bünyesindeki mikro organizmalarla birleşme ihtimali gibi önemli sağlık riskleri ortaya çıktığı ifade edilmektedir.                                                                                                                                            

Dünyada farklı politikalar nedeniyle 1 milyarı aşan insanın açlıkla boğuştuğu gerçeğine karşın, bugün GDO ların iddia edildiği gibi açlığa çare olmadığı kanıtlanmıştır. Ülkemizde ekilen yerli mısır çeşitlerindeki verimliliğin ABD ve Arjantin ve diğer ülkelerde üretilen GDO lu mısırın verimliliğinden yüksek olduğu ortaya çıkmıştır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre, Birim alana verim GDO’lu tohumla mısır üreten Arjantin’de yüzde 24 artarken, GDO’suz tohumla üretim yapan Türkiye’de yüzde 95 artmıştır.  Ayrıca, GDO’suz tohumla üretim yapan Türkiye’nin birim alanda mısır verimi, GDO’lu tohumla üretim yapan Arjantin’den yüzde 28 daha yüksek olmuştur.                                                                                                              

GDO ların bir önemli tehlikesi ise, dünya gıda ve yem piyasasının Amerikan biyoteknoloji şirketlerinin eline geçmesi ve bunların insanlığa karşı silah olarak kullanılmasıdır.

Biyogüvenlik kanununa konulan hükümlerle GDO ların ülkemize girişi serbest bırakılmıştır. Tarım Bakanlığı tarafından öncelikle, “Gıda Ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar Ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol Ve Denetimine Dair”  yönetmelikle GDO lu ürün, gıda maddeleri ve yemlerin girişine resmi bir dayanak oluşturulmuştur.

Biyogüvenlik Kanununun 18.03.2010 tarihinde yasalaşması, ilgili yönetmeliğin 26.09.2010 tarihinde yürürlüğe girmesiyle ve zaman zaman değişiklikler yapılmasıyla, GDO`lu ürünlerin ülkemize girişi kamu otoritesinin onayı ile koordineli olarak gerçekleştirilmektedir.

Türkiye ye GDO lu ürün, gıda ve yemlerin serbestçe girmesiyle,  2021 yılında da, Türkiye de kullanılan hayvan yeminin önemli bir bölümünün GDO lu yemlerden oluştuğu, tüketicilerin GDO lu yemlerle yetiştirilen büyükbaş ve kümes hayvanları konusunda ve işlenmiş GDO lu ürünlerle ilgili tüketim sürecinde bilgilendirilmedikleri ve ülkemiz tüketicilerinin 1998 yılından bu yana bu ürünleri yaygın biçimde tükettikleri bilinmektedir.

Biyogüvenlik Kurul’u tarafından sadece Ocak/2021’de yem olarak kullanılmak üzere bazı yem amaçlı GDO lu ürünleri iptal edilmiş olsada teknolojik teniliği nedeniyle yeni GDO lu ürünlerin ülkemize girişine izin verilmiştir. Bildirilen olumsuz görüşlere rağmen bu ürünlerin büyük bölümünün ülkemize girişine izin verilmiştir.

Ülkemiz her yıl 500 bin ton ile 1 milyon ton arasında mısır, 1 milyon ton ile 2 milyon ton arasında da soya ithal ediyor. Dünyada soyanın yüzde 91’i, mısırın da yüzde 39’u GDO’lu tohumlarla yetiştiriliyor ve Türkiye ithalatın büyük bölümünü bu ürünleri yaygın olarak GDO’lu tohumla yetiştiren ABD, Kanada ve Latin Amerika ülkelerinden alınmaktadır.

GDO lu mısır ve soya ülkemizde 800 çeşidin üzerinde işlenmiş gıda ürününde kullanılmaktadır. Çukurova üniversitesi Ziraat Mühendisliği Fakültesi öğretim üyesinin, “GDO lu ürünlerin olumsuz etkilerinin 20-30 yıl sonra ortaya çıkabileceğini, bu sürecin Çernobil’in etkilerinin ortaya çıkmasında da görüldüğünü hatırlatması” soruna dikkat çekilmesi açısından önemlidir. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanının “GDO ların riskini Bilemem belki 10-15 sene sonra belki 2 sene, 3 sene, belki 5 sene sonra çıkar” açıklaması dikkat çekicidir.

GDO’lu olduğu kabul edilen ürünlerin tamamının etiketlenmesi ve üzerine 12 punto büyüklükte yazılmasının gerekli olduğu da tüketicinin bilgilenmesi açısından ortadadır. Etiketlemenin yönetmelikteki haliyle tüketici kanunuyla ve gıda kanunuyla çeliştiğini, tüketiciyi korumadığını görüyoruz. Bu nedenle GDO lu olduğu bilinen, risk taşıma potansiyeli olan tüm ürünler etiketlenmelidir.

GDO lu ham ve işlenmiş ürünler ile, GDO lu yemlerle beslenen hayvanların ürünleriyle üretilen ya da ithal edilen  “bebek  mamaları, bebek  formülleri, devam mamaları ve formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinleriyle “  ilgili Tüketicilerin sağlık ve güvenliğinin korunması,  Bilgi edinme, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı ilkelerinden hareketle,Gıda güvenliği ve Hijyeni – Sağlıklı çevre ve Biyoçeşitlilik – Sosyal sorumluluk –Standartlara tam uyum açılarından bilgilenmemiz ve tüketici yurttaşları bilgilendirmemiz, izlenebilirliğin ve şeffaflığın sağlanabilmesi için başlattığımız bir araştırma çalışması kapsamında ülkemizde üretici/ithalatçı bebek maması firmalarından yanıtlarını istediğimiz ancak ülkemizde bulunan üretici/ithalatçı bebek maması firmalarının önemli bölümü izlenebilirliği ve şeffaflığı yok sayarak ürünlerinin içerindeki üretim ve hijyen koşulları, biyoçeşitlilik, standartlara uyum ve vd. bilgilerini tüketicilerden saklamışlardır.

Biyoçeşitliliği yok etmeyi amaçlayan GDO lu tohumlar kısırdır. Bu kısır tohumların ekiminin tarımda ilaç kullanımını azalttığı, verimi arttırdığı yaklaşımı ise doğru değildir. Bu nedenle de, Bebek Mamaları, Bebek Formülleri, Devam Mamaları Ve Formülleri İle Bebek ve Küçük Çocuk Ek  Besinlerinin üreticisi yada ithalatçısı  bazı firmalar bilgileri kamuoyundan saklaması nedeniyle şüphelerimiz ve kaygılarımız devam etmektedir.                                              

 “Birleşmiş Milletler raporlarına göre, 2050’de bu güne göre yüzde 75 oranında daha fazla gıdaya gereksinim duyulacak, şu anki teknolojilerle buna ulaşmamız mümkün değildir!”                                                  

Yaşanılan gıda krizinin altında yatan pek çok faktör vardır: Gıdanın adaletsiz dağılımı, tarım ürünlerinin yakıt olarak kullanılması, iklim değişikliğinden kaynaklanan hasat düşüklüğü, et tüketimindeki küresel artış, tarım araştırmalarına verilen kamusal finansman desteğinin azalması, tarım ürünleri üzerindeki finansal spekülasyon ve petrol fiyatlarındaki artış. Dünya Tarım Raporu GDO’ların verim artışı sağlamadığını ve yaşanan gıda krizine karşı GDO’ların bir çare olmadığını ortaya koymaktadır.  Rapor, nüfus artışı ve iklim değişikliğine karşı en büyük güvencenin, küçük çiftçilerin korunduğu yerel tohumların çeşitliliği ve doğal varlıklara zarar vermeyen, dünyadaki çiftçilerin yaşam standartlarını iyileştiren ekolojik tarım yöntemleri olduğunu ifade etmektedir.

SONUÇ VE BAZI ÖNERİLER

Ülkemizde tüketicilerin, hakları konusunda yeterince bilgilenmeleri için, tüketicinin korunmasına yönelik yasal düzenlemelerin geliştirilmesi yanında tüketici bilincinin gelişimine yönelik faaliyetlerin artırılmasına yönelik önlemlerin kısa sürede alınması gerekmektedir.
İnsanların yaşamak için tüketmek zorunda olduğu gıda maddelerinin içeriği ile üretim süreçlerine ilişkin konularda bilgiyle ulaşmaları daha bilinçli, daha sağlıklı beslenmeleri için bir ön koşuldur.                          İşlenmiş gıda maddelerinin içeriğinde bulunan katkı maddeleri hakkında bilgiye ulaşabilme koşullarının eksiksiz oluşturulması gerekliliği tüketicinin seçme hakkını doğru bir biçimde kullanarak kendisinin ve yakın çevresinin sağlık ve güvenliğini korumaya yönelik bir reflekse sahip olmasına katkı sağlayacaktır. Tohumdan çatala gıda güvenliğinin sağlanması, gıda maddelerinin işlenme süreçlerinde dışsal etkenlerin zararlara yol açmaması, tedarik sisteminde gıdaların soğuk zincirle sevkinin sürekli ve etkin kılınması, depolama ve raf koşullarının uygun olması, son kullanım kurallarına riayet edilmesi yaşanacak olası sorunları önemli ölçüde ortadan kaldırılacaktır.

Tarımda kullanılan Kimyasalların olumsuz etkilerini irdelediğimizde,       

* Limitin üzerinde Kimyasal ilaç kullanılması.


*Üreticinin belirlenmiş olan hasat arası sürelerine uyulmaması. (Örneğin bir ürünün ortalama 40 gün olan hasat süresi ticari kaygıyla en az 20-22 günde hasat yapılması.)                                                        

*Üreticinin, Avrupa ve/veya Türkiye’ de yasaklanmış kimyasal ilaçlarının kullanması.                                                                                                                                      

*Üretici tarafından ilaç firmalarının yönlendirmesine bırakılması.

*Yaygın olarak emsal ilaç kullanılması.                              

* Kimyasal tarım ilacının hatalı kullanımı.

2010 yılında çıkarılan Biyogüvenlik kanunuyla Ülkemizde GDO lar yasaklandı’mı, yoksa GDO’cular açısından güvenli ve kontrollü ürün girişi mi sağlandı. “

GDO’lu tarım kendi dışındaki tüm tarım yöntemlerini ve özellikle de geleneksel tarım ile ekolojik tarımı yok eden, biyoçeşitliliği ortadan kaldıran totaliter bir tekniktir.

GDO’lu kısır tohumların kendi dışındaki tüm tarım yöntemlerini ve özellikle de geleneksel tarım ile ekolojik tarımı yok eden, biyoçeşitliliği ortadan kaldıran totaliter bir teknik olduğunun bilinmesine karşın, Ülkeye girişine izin verilen, GDO lu risk taşıma potansiyeli olan tüm ürünler etiketlenmelidir.

Tüm işlenmiş gıda maddelerinde GDO oranı sıfıra çekilerek etiketlenmesi gerekmektedir.

Nihai olarak da, GDO lu ürünlerin ülkemize girmesine derhal SON verilmelidir.

Tüm bu nedenlerle de;

GDO ların, GDO’lu gıda maddeleri ile yemlerin ülkemize girişi yasaklanmalıdır.

GDO’lu tarımın önü açılmamalıdır.

Yerli gen kaynaklarımızın korunması, geliştirilmesi ve ıslah çalışmaları yapılmalı, yerli tohumculuk sektörünün oluşturulması için politikalar üretilmelidir.

Biyogüvenlik kanununda zaman geçirilmeden değişiklik yapılarak GDO ları kesinlikle reddeden, Biyoçeşitliliğimize sahip çıkan hükümlere yer verilmelidir.

Havası, suyu, toprağı kirletilmemiş bir ülkede yaşamak her canlının doğal hakkıdır!…

Yaşam Patentlenemez;

Genetik yapısı değiştirilen tohumlar/ürünler patentleniyor. Doğada bulunan genler için verilen diğer tüm patentler meşru değildir.  Bunun adı biyolojik korsanlıktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir